Bir başbakan düşünün. Etrafına kendini sürekli onaylayacak insanlarla doldursun. Kendi dediğini her şeyin üstünde görsün. Hayırlı bir amaç uğruna atılan bir adımı bile kendi çıkarıyla beslesin. Yoksula sadaka dağıtmayı sosyal devlet sansın. Zengini kazanlarla beslemeyi kalkınma... Kültürel, sanatsal ve tarihi her değeri bir ticaret kapısı haline getirsin. Sadece tarihi kişileri bir zenginlik saysın. İşte o başbakan Emek Sineması'nı bir parça vicdan azabı çekmeden işgalci sermayenin ellerine teslim eder. Sesini çıkaranın üzerine kolluk kuvvetini salar.
Yine o başbakan, barış için öyle bir komisyon kurar ki ne diyeceğinizi şaşırırsınız. Öyle ya da böyle sonunda barış için adım atılıyor, diye sevinirken meslek hayatını insanları aşağılamaya ve hedef göstermeye adamış Hasan Karakaya'yı komisyonda görürsünüz. Tüyleriniz diken diken olur. İşte barış için böylesi bir komisyon üyesi seçimi yapan bir başbakan, konuya gerçekten hâkim, hayatını barış için araştırmalara ve çalışmalara adamış nice insanı görmemeyi tercih eder. Çünkü amacı, işi ehline sormak değil, kendini ehil ilan etmesine itirazı olmayan insanları bir araya getirmektir. Hal böyle olunca asıl konumuza girmemiz de maalesef gecikir. Ne diyecektik? Emek'e sahip çıkmaktan bahsedecektik. Başbakanın hallerini anlamadan Emek Sineması'nın durumunu açıklamamız zor olacaktı.
Böyle yaşayan ve her reklam panosunda fotoğraflarını gördüğümüz başbakan, Emek Sineması gibi bir kamusal alanla ilgili de kararı kendi verecek elbet. Kent kültürünü yok edip yerine kültürsüzlük abideleri dikerek başlayacak değerlerin içini boşaltmaya. Adına kentsel dönüşüm dedikleri, yapay bir 'güzellik' anlayışıyla kuracaklar yeni şehri.
Bunu yaparken kentin gerçek değerlerini yok edecekler. Buna karşı direnenleri de tazyikli su ve biber gazıyla püskürtmek isteyecekler. Kamuya rağmen kamunun malını böyle bir felakete sürükleyen iktidar, kamuya hizmet ettiğini gönül rahatlığıyla söylemeye devam edecek!
Pazar günkü eyleme, İKSV'nin davetlisi olarak 32. İstanbul Film Festivali'nde ödül almak için İstanbul'a gelen usta yönetmen Costa-Gavras da katılmıştı. Gördüğü manzara bir kültürün yok edilişini destekleyen polis barikatıydı.
Costa-Gavras şöyle bir çağrıda bulundu. "Barışçıl bir toplantı sonrasında çıkan ve tam olarak neyin tetiklediği bilinmeyen şiddet olayları bize bu toplantının asıl sebebini unutturmamalı.
Önemli bir sinema, bir kültür merkezi, tahrip edilmemelidir. Bu sanki geçmiş belleğimizden bir parçayı silmek ve gelecek için önemli bir mekânı ortadan kaldırmak gibidir. Bu da politik, sosyal ve sanatsal bir hata olur.
Bulunduğu yerin gerektirdiği tüm saygı ile Başbakan'a, İstanbul'un kültürel bütünlüğünün garantörüne seslenmek istiyorum. Ondan bu salonu kurtarmasını ve ticaretin kültürden üstün gelmemesi için harekete geçmesini rica ediyorum."
Costa-Gavras'ın bu nazik çağrısında polisin şiddetine anlam veremeyişini görüyoruz elbette. Çünkü akıl, böylesi bir yıkım projesine karşı durmanın erdemini ve haklılığını söylüyor. Haklılığından başka silahı olmayan insanların üzerine saldırmanın haklı mücadelelerden ne kadar da korkulduğunu gösteriyor.
Peki, ünlü yönetmenin bu çağrısı Recep Tayyip Erdoğan'a ulaşır mı? Ulaşırsa cevabı ne olur? Hiçbir konu hakkında gerçek muhatapları dikkate almamış bir başbakanın bu çağrıyı da yok sayması mümkündür. Bu iktidar bunca yıl bunu pratik etmemizi sağlamıştı zaten.
Recep Tayyip Erdoğan'ın cevabı zaten hazır... "Siz ne derseniz, deyin. Benim dediğim olacak" anlamındaki gülümsemesiyle İstanbul'un pek çok noktasındaki reklam panolarında kentsel dönüşümün devam ettiğini müjdeliyor(!) Başbakan illa ki bir açıklama da yapacaktır. Costa-Gavras'a "kendi işine baksın" ve Emek Sineması eylemcileri için de "barış sürecini baltalamak isteyenlerdir" demesi çok uzak bir ihtimal değil... Her olayı ve kavramı birbirine karıştırmakta üzerine yoktur iktidarın. Costa Gavras'ın da Fransalı bir Yunan oluşu da bu işi 'dış mihrakların oyunu' ilan ettirebilir. Her şey olur. Şaşmayız.