Bir sinema etrafında Ya Rab, ne cilalar dökülüyor.
Emek Sineması'nın, bulunduğu binanın başına gelenler özet Türkiye tarihi.
Siyasi olduğu kadar, sınıfsal bir tarih de.
Bina, Emek olmadan çok daha önce, Osmanlı İstanbul'unun, o vakitler hiç de az olmayan "azınlıklar"dan oluşan veya onlarca arz edilen "üst sınıf imtiyazları"nın eğlence merkezi.
Sonra "azınlıklar"ın hakikaten daha da azınlık hale geldiği bir süreçte; savaş, kırım, işgal, istiklal, cumhuriyet, derken Varlık Vergisi'yle "azınlık sermayesi"ne el koyma, "millileştirme, kamulaştırma" simgelerinden biri.
Emek ve emekçinin hayallerinin bile baskı gördüğü bir memlekette, "işçi sınıfı"ndan uzak tutulmuş memurlar adına, "Emeklilik" kurumunun, ona "Emek" adını verişi.
Bir bakıma, sermayenin bir ötekine el koyma sürecinin bir noktasında, "tarafsız alan"daki "Emek"!
Orada, belki de sermayenin ve kentin yeni arazilere, ovalara, bağlara, tarlalara, dutluklara yayılma dönemlerinde, bir bakıma Beyoğlu'nun, İstiklal'in çöküş yıllarında, pırıl pırıl kalabilmiş bir sinema onuru.
Derken, "Pera'nın dirilişi"... Sermayenin yeni "İstiklal savaşı"!
"Yeni iştahlı ve arsız sermayeler"in, tarih, yerli, miras, sanat takmadan; kadim kenti "kentsel yenileme" cilasıyla, hem yoksullardan hem de eski zenginliklerinden hızla arındırma seferberliği.
Yerel yönetimlerin sermayeye yanaşıklığı...
İktidar ve devlet gücünün, bir kez daha, her zamanki gibi, sermayenin, kanka zenginlerin çıkarlarından yana kanun oluşu, kanunsuzluk oluşu, cop oluşu, gaz oluşu!
Emek, elbet emek olarak çıkmadı yola.
Avcılık kulübünden paten pistine, oradan tiyatroya, sonra sinemaya.
Ama ülkelerin, kentlerin bazen öncekinden, bazen ötekinden aldıkları miras; kuşak kuşak korunduğunda, en azından ruhu kamulaşır.
Vasiyet sanki odur ki, kibirli saraylar halkın, ülkenin, dünyanın yuvası, müzesi, varlığı olur.
Dünya tarihinde, zengin binada doğup adını tam manasıyla "emek"ten almış bir sinema hiç var mıdır, olsa bile kaç tanedir, bilmiyorum.
Ama nihayetinde her şey "yerli yerine" oturuyor!
Sermaye, "İstiklal'de dolaşan hayalet"e bile katlanamıyor.
Emek bir yana; rant koşusunda o tarihi de sırtında taşımak istemiyor.
Edirnekapı'dan, Kariye'den yeni kentsel dönüşüm kasası Fener-Balat'a inerken, Bizans'tan kalan tek sarayı, Tekfur Sarayı'nı bir görün isterseniz.
Yakınlarda mucize olmamışsa, son ve ondan önce ve daha önce gördüğümde, kapısı zincirliydi; önüne maksat spor olsun, demirden "jimnastik aletleri" konmuştu ve bir kez o kapıdan sızıp gördüğüm eski İstanbul'un son gelincikleri, kilitli bir özgürlüğün coşkusunu, kimseye görünmeden, elbet hüzünle yaşıyordu.
Az aşağıda Anemas Zindanları da öyle.
Kendi yerli, milli zindanlarımız varken, yıllardır bitmeyen, sanki bitirilmek istenmeyen bir restorasyonun F tipi hücresinde kalmıştı.
Bunlar "ecdadımız"dan kalma değil.
Ama ecdadımıza kalma.
Misal, İstanbul'un ecdadından, soyundan, dokusundan, kokusundan kalma.
Kaldı ki, "tam ecdadımız"dan kalma kent siluetinin de içine nasıl edildiğini, laik yağmacılardan sonra "muhafaza-kâr" arsızlığın da Topkapı'nın üzerine bir gökdelen canavarını nasıl oturttuğunu görüyoruz.
Kör bile olsak, gözümüze sokuyorlar çünkü!
Polis copuna, gazına gelince. (Sadece orada değil elbet; misal, ardından mahkemede de...)
Polis bey kardeşimler, copu çakarken, suyu, gazı basarken birer emir kulu olarak arzu ve istek içinde olabilirler.
Hizmetine koşturuldukları "sermaye" olduğu halde, kırdıklarını "üst sınıftan ötekiler" sanabilirler.
Olabilir yani!
Sonra zar zor geçindirdikleri hanelerine gittiklerinde; üzerlerindeki kiri, pası, bedenlerindeki nasırlaşmış yorgunluğu keseleyip atmaya uğraşırken; bunalımlarla cinnet kıyılarında yere düşmeden, kendi mütevazı cennetlerinde eşlerine, çocuklarına sarılırken bir düşünsünler...
Biz devletin hizmetindeyiz...
Ama devlet kimin hizmetinde, diye.
Emek'in, emekçinin değil herhalde.
Rengi ne olursa olsun; dün de sermaye, bugün de sermaye!
Emek de bu doymak bilmez sofrada bir yemektir!
Tıka basa yerler...
Gazlarını da üzerinize...