Yaşadığımız yerle ilgili biriktirdiklerimiz, bilgilerimiz, hatıralarımız, algılarımız bizi oluşturan bütünün parçalarını, benliğimizi oluşturur. Lefébvre, “mekânın yaşanılan, biriktirilen bir deneyim” olduğunu söyler. 1990’lı yıllara gelindiğinde İstanbul, Türkiye’nin her yanında görülen çevre ve kültür erozyonundan en fazla nasibini alan yerlerden birisi haline geldi. Benim de çocukluğumdan hatırladığım mahallelinin taze sebzesini aldığı bostanlar, çocukların cıvıldayarak koşturduğu yeşil alanlar artık yok. Bugün İstanbul’un iki katlı eski evlerinden yalnızca bir kaç tane kaldı. Bu evlerin sakinlerinden biriyle ayaküstü, penceresinin önünde yaptığımız bir sohbetimizde kırk yıldır oturduğu, birçok anısının bulunduğu evinden çıkacağı için çok üzüldüğünü söyleyerek dertlenmiş, yeni yapılacak apartmandaki herhangi bir dairenin kirasını ödemesinin mümkün olamayacağını dile getirmişti. Ne yapacağını bilmez bir durumda, kederler içindeydi. Bir süre sonra evin içinde düştüğünü ve sonrasında yaşamını kaybettiğini öğrendim. Evde yaşayan eski kiracıların ne yapacağını, bundan sonra nasıl yaşayacağını, yeni yapılan “lüks” apartmanın kirasını ödeyecek bütçesinin olup olmadığını düşünmek elbette ki cüzdanını kabartmak dışında bir şey umurunda olmayan müteahhidin veya arsa sahibinin meselesi değil, yalnızca kendi işine bakan mahalle halkının ise hiç değil...
“Kamu yararı”nı hiçe sayan yaklaşımlardan birisi de “Gezi Parkı”na yapılması planlanan müdahaleydi. İş makinasının yolunu açmak için Divan Oteli’nin üzerindeki parkı Gezi Parkı’na bağlayan yetmiş yıllık köprünün yıkılması alana yapılacak saldırıların öncüsü oldu. Her gün iş dönüşü egzoz gazına maruz kalmadan parkların geçişliliğini kullanarak evimize doğru yaptığımız kısa yürüyüş böylelikle engellenmişti. Taksim civarında kalan tek toprak alanın, yeşilliğin -ki apartmanlar yüzünden bu civarda oturanlar mevsim dönüşümlerini bu parkın içinde bulunan çiçeklerin, ağaçların, otların değişimiyle anlarlar- ortadan kaldırılıyor olması bizlerin uzun bir süre park işgal edilene kadar temel meselesiydi. Bize, o bölgede yaşayanlara sorulmadan birileri bizim adımıza karar veriyordu.
Kenti sermayeye sunmanın yaşadığımız yüzlerinden biri olan inşaat sektörü aman vermiyor; sermayenin birikimini mekânda göstermesi göstergelerimizi değiştiriyor, yaşam alanlarımızı daraltıyor, parklarımızı elimizden alıyor, bizi hareketsizleştiriyor, nefessiz bırakıyordu ta ki Gezi Parkı Direnişi’ne kadar. Bütün bunlara eklenebilecek İstanbul’u satmak, yoksulları kent merkezinden sürmek gibi “soylulaştırma” politikalarının da sonucunda sözümüzün ağırlığının kalmadığı, tarihimizin yazılamadığı hatta silindiği bir sürece doğru hızla evrilmekteydik ta ki Gezi Direnişi’ne kadar.
Birileri uzun bir süredir bizlerin adına karar verip, bizim, hepimizin olan yerleri savurganca, hoyratça talan ediyor, çocukların oyun alanlarının, bir avuç toprak parçasının, yeşilliğin bile üzerine apartmanlar, otoparklar ya da alışveriş merkezleri yapılıyor, bütün boş alanlar, arsalar sentetik bir biçimde doldurulmaya çalışılıyor, sokak isimleri siyasi iktidarın eğilimine göre değişiyor, site sözcüğünün zihin haritamıza girmesiyle sokak ve kültürü günbegün anlam yitimine uğruyor, komşusuyla, esnafıyla birbirimize hâl hatır sorduğumuz, temas ettiğimiz sokaklardan, insanca yaşamdan tecrit ediliyor ev içlerine sürülüyorduk ta ki Gezi Parkı Direnişi’ne kadar.
Latife Tekin’in sözleriyle “hayat bilgisinin silinmesi”, “hiçbir yere gitmeden başka bir ülkeye göçmek” gibi bir süreç yaşanmaktaydı. Çünkü yaşam birikimimizin bu derece elimizden alınması duygularımızın/düşüncelerimizin bastırılmasına, algılarımızın değişimine, hafıza kaybına yol açmakta, yaşadığımız sokakta başka bir mahalleye taşınmışız duygusu vermekteydi ta ki Gezi Parkı Direnişi’ne kadar.
Lefébvre’in mekân kuramı bir kurtuluş stratejisi önerir: Mekânı ele geçirmek ve onu üretmek... Eğer ele geçirilen mekânın üretimi gerçekleşmiyorsa bir anlam ifade etmez. Gezi Parkı Direnişi’nden ise bizim de parçası olduğumuz, hepimizi ilgilendiren, yaşamımızı dolaysız etkileyen, ilişkilerimizi ve benliğimizi zedeleyen değişimleri, dönüşümleri bilmeyi, hesabını sormayı birey olarak, kentli olarak, yurttaş olarak hakkımızı öğrendik. Arendt’in de dediği gibi “konuşmaya”, birlikte olmaya, dayanışmaya, örgütlenmeye, “kamu yararı” gibi bir kavramın önemini hatırladık yaşadığımız süreçte. Eyleme ve dönüştürme gücü olan insanlar olarak birer politik özne haline geldik.
Parklar ve sokaklar orada yaşayanlarındır, masa başında karar verenlerin değil.