Gerçek ile edebiyat arasındaki ilişki edebiyatın her zaman konusu olmuştur. Yaratma eylemiyle gerçek hayat arasındaki alışveriş, yaratım sürecinde gerçek hayattan nasıl yararlanılacağı, yazınsal gerçeklik ile dış dünyanın gerçekliği arasında bir köprü olup olmayacağı, yazınsal gerçekliğin gerçeği yadsıyıp yadsıyamayacağı ve edebiyatın gerçek hayatı yansıtıp yansıtmayacağı başlıkları, en azından on dokuzuncu yüzyıldan bu yana başlıca konularımız arasında.
Zaman zaman da şiddetlenen tartışmalar körükleniyor buradan. Son günlerde bir konu epeyce parladı. Elif Şafak'ın yeni romanı Ustam ve Ben çevresinde bir fırtına daha koptu. Ustam ve Ben, aynı zamanda bir dönem hikâyesi anlatıyor. 16. yüzyıl İstanbulu ve Mimar Sinan gibi sıradışı bir gerçek kişi romanın hemen ilgi çekmesine neden oldu. Bu arada asıl sorunun da mekân olarak öne fırladığı anlaşıldı. Bir yanda tarihsel kişiler, öbür yanda camiler, türbeler, kütüphaneler. Gerçek hayat ve gerçek kişiler romanda önemli bir yer tutuyor. Hem gerçek kişiler ve mekânlar romana giriyor hem de onların gücünden sahici kişiler ve mekânlar yaratmak için yararlanılıyor. Kısacası, yazarın yaratım sürecinde gerçeğin böyle bir yeri var.
Dolayısıyla sorular hemen patladı: Evet ama, denir böyle durumlarda, anlattıklarınız gerçeğe uymuyor; tarihsel kişileriniz hiç de asılları gibi değil; gerçekte nasıl olduğunu bilmediğiniz mekânlarla ilgili birçok yanlış yapmışsınız.
Bu eleştiri tanıdıktır. Özellikle dönem romanları ve geçmiş içinde yolculuk cüretini gösteren tarihsel romanlar söz konusu olduğunda, bu eleştiriler âdeta kaçınılmazdır ve gecikmeden gelir. Konuların uzmanları, akademisyenler, biliminsanları yazılan romanları gerçeğe uygunlukları bakımından masaya yatırır, hiç kuşkusuzca saptadıkları uyumsuzlukları uzun ve ayrıntılı biçimde yazarlar.
Bir mimarlık eleştirisi
Ustam ve Ben için de ciddi bir eleştiri yazıldı. Okuyanlar bu yazıyı yaygın biçimde paylaşıyor. Mimar Mehmet Berksan, arkitera.com'da yayımladığı "Mimar Gözüyle Elif Şafak'ın Son Romanı: Ustam ve Ben" adlı yazısında, yazarın sanat tarihi ve mimarlık konularındaki yanlışlarını birçok örnek vererek ayrıntılı biçimde sergilemiş. Mehmet Berksan bize söz düşürmeyecek kadar konusunun uzmanı.
Sözgelimi yazar, Osmanlı sarayına Frenk diyarından halı gönderildiğini yazmış, Mehmet Berksan bunun olanaksızlığını belirtiyor, çünkü o zaman Frenk diyarında doğru dürüst halı filan yok, olan da zaten Doğu'dan gidiyor.
Yazar, gece vakti at arabasıyla Süleymaniye'den Topkapı Sarayı'na Haliç'ten gidildiğini yazmış, oysa o zaman Divanyolu dururken o yoldan gidilmeyeceğini belirtmiş Mehmet Berksan.
Yazar, duvara ipek halı asılı olduğunu yazmış, oysa Osmanlı'da klasik dönemde halı hiçbir zaman duvarda süs olarak kullanılmamış.
Yazar, Topkapı Sarayı'na Topkapı Sarayı demiş, oysa 16. yüzyılda saray daha o adı almamış ve en çok da bu yanlış kızdırmış uzmanımızı. Çünkü buradan sonra eleştirisinin dili epeyce keskinleşip alaycılaşmaya başlamış.
Yazar, bir Frenkin bir elinde tüfek, öbür elinde kılıçla savaştığını yazmış, oysa uzmanımıza göre o Frenkin elinde tüfek olduktan sonra, hem zaten tüfeğini kullanırmış hem de o ağır tüfekle bir de kılıcı tutamazmış.
Mimar Menmet Berksan'ın eleştirileri bu minval üstünden sürüyor. Bana –ve sanırım pek çok edebiyatçıya– tanıdık gelen bir eleştiri anlayışı bu. Gördüğüm kadarıyla bu eleştiriler –belki biraz da Elif Şafak söz konusu edildiği için– okur çoğunluğunun onayını ve övgüsünü aldı ve Ustam ve Ben romanı gözden düşüverdi.
Oysa benim bu eleştiri anlayışını anlamam da, onaylamam da olanaksız. Sonradan diyeceğimi baştan söyleyeyim: Mimar Mehmet Berksan'ın eleştirisinin edebiyatla, romanla ilgisi yok ve yanlış bir anlayışın, bakış açısının ürünü. Konusunun elbette iyi bir uzmanı Mehmet Berksan ve iyi bir mimarlık eleştirisi yapmış ama yaptığı eleştirinin yazınsal karşılığı yok.
Yazınsal metinleri okumak
Yazınsal metinleri doğru bir okuma biçimiyle okumak, naçizane en çok önem verdiğim sorunlardan, yıllardır anlatmaya çalışıyorum bunun önemini ve bu gördüğümüz de yanlış okumanın tipik örneklerinden.
Dediğim basit ve açık: Roman romandır, kurmaca bir metindir; yani yazarınca yapılmış, uydurulmuş, ne derseniz deyin, gerçek hayatın somut nesneleriyle değil, dil gibi en soyut araçlardan biriyle, sözcüklerin anlamına dayanarak yazılır; bu arada yazarın hayalleriyle, düşleriyle, fantezileriyle de karıştırılabilir ve gerçek hayattan yararlanılsa bile, o gerçek hayat bütünüyle bir kıyıya konduktan sonra yazınsal gerçekliğe yaklaşılabilir.
Demek ki bir romanı gerçek hayatla sınayamaz, doğrulayamazsınız.
Eğer böyle yapılabilseydi, bizim hep karşı çıktığımız, edebiyat eserlerinin ceza hukukuna göre yargılanmasını da olağan görmemiz gerekirdi. Ne diyoruz, bir romanda anlatılanlar gerçek değildir ki onu yargılayabilesiniz.
Şimdi bir adım daha atalım: Yazarları bu tür romanları, evet, ben o tarihsel dönemi ve tarihsel kişileri aslına sadık biçimde ve tastamam doğru olduğunu düşünerek yazdım diyorsa (demek aklından zoru vardır), o zaman pekâlâ buradaki uzmanımızın yaptığı gibi eleştirebilirler ve yazdıklarınız yanlış denebilir.
Bir adım daha: İster yaşadığımız günlerden çıksın, ister yüzyıllar öncesinin tarihsel dönemlerinden, bir roman yaratıcısının yararlandığı gerçeği dilediği gibi değiştirebilme hakkını verir. Çünkü o, gerçeği, yalnızca gerçeği anlatmıyor, gerçekten yalnızca yararlanarak, romanı için yazınsal bir gerçek uyduruyor. Örnekse, bir 16. yüzyıl tarihsel kişisini alıp 20. yüzyılda geçen bir hikâyenin kişisine dönüştürebilir misiniz? Böyle yapmamak için bir neden ya da yasak olabilir mi. Yazar ne istiyorsa yapar. Çünkü yazdığı kurmaca bir metindir.
Sözgelimi Sultan Hamid, tarihimizin en sıradışı kişiliklerinden, edebiyatta en iyi Nahit Sırrı Örik'in Sultan Hamid Düşerken romanında anlatılmıştır. Daha doğrusu, o romanın kişilerinden birine dönüşmüştür. Nahit Sırrı Örik sonunda Sultan Hamid'in gerçek hayatından ve gerçek kişiliğinden alabildiğine yararlanmış, böylece sahici bir kişi yaratmış ama romanını okurken biz bir roman kişisi olarak Sultan Hamid'i okuruz ki, Nahit Sırrı Örik'in başarısı buradadır. Gerçek olanı tarih kitaplarında var zaten.
Peki yazar, yazdığı roman için gerçek hayatın içindeki araştırmalarını niçin yapar, bilgileri ve belgeleri toplamaya kalkışır? Bunları, onlardan yararlandıktan sonra yaratacağı gerçekliği ve kişileri en az gerçek hayattaki kadar, giderek ondan daha gerçek ve sahici yapabilmek için gerekli gördüğünden yapar. Yoksa bulduğu gerçekleri anlatmak değildir derdi. Böyle olmasaydı, biz de roman değil, gerçekleri anlatan kitaplar, tarih metinleri vb. okur, onlarla yetinirdik.
Niçin roman okuyoruz? Gerçekleri öğrenmek için mi?
Umberto Eco, Önceki Günün Adası'nı yazmaya hazırlanırken romanın geçtiği coğrafyaya, Pasifik Okyanusu'na gitmiş, günün farklı saatlerinde suyun ve göğün rengini, balıkların ve mercanların tonlarını görmek için. Sonraki iki-üç yıl da kamaraları, gemi çizimlerini ve modellerini inceleyerek geçirmiş. Baudolino'yu yazarken de kalkıp İstanbul'a gelmiş. Dahasını da anlatır Eco. O niçin yapmış bunları? Oradaki gerçekleri anlatmak için mi? Hayır. Yazacağı romanın geçtiği dünyayı seçtikten sonra, onu çok ama çok sahici, inandırıcı biçimde yazabilmek, kendi bilgisinin yeterli olmadığını gördüğü için.
Bu konu iyi bir düşünme fırsatı verir okura. Daha pek çok yönü var ve kesinlikle düşünüp hassasça tartmayı öneririm.