Geçtiğimiz Aralık ayından beri Brezilya'da yeni bir fenomen var: “Rolezinho”. Manası yaklaşık olarak "küçük gezintiler"e denk geliyor. Sosyal medyada iletişirken, bunaldıklarını ve yapacak daha iyi bir işleri olmadığını fark eden binlerce genç, ertesi gün Metrô Itaquera alışveriş merkezinde buluşmak için sözleşiyorlar. 7 Aralık’ta 6 bin kişi belirlenen saatte alışveriş merkezinde buluşuyor, etrafta dolanıp şarkılar söylüyor ve asansöre binip tüm düğmelere basmak gibi haylazlıklar yapıyorlar. Çoğunluğu alt sınıftan ve azınlıklardan oluşan gençler, tahmin edileceği gibi panik ve dehşetle karşılanıyor ve takip eden yeni rolenzinho'larda onlarca kişi gözaltına alınıyor. 11 Ocak’ta Sao Paolo'da 3 bin kişinin katıldığı bir rolezinho, polisin biber gazı ve plastik mermi kullanmasıyla son buluyor. 19 Ocak’ta iki büyük alışveriş merkezi "olası" rolezinho'lara karşı kapalı tutuluyor.
Tüm yaptıkları yürüyen merdivene binmek, ıslık çalıp şarkı söylemek, etrafta koşturmak olan bu gençler nasıl oluyor da tutuklanıyorlar, alışveriş merkezi kapılarındaki güvenlik görevlileri kimlik sormaya ve insanları ten renklerine göre içeri sokmamaya başlayabiliyor ve alışveriş merkezleri bu gençleri içeri almaktansa, hiç iş yapmamayı yeğler hale geliyor? Brezilya gibi sınıf ayrımının son derece keskin olduğu, semtin en pahalı ve lüks yerleşimlerinin çevresinde gettolar bulunan ve düşük gelirli insanların büyük parklar gibi şehre uzak sosyalleşme alanlarına gidemediği bir yerde, alışveriş merkezleri bu tür bir kırılmayı açığa çıkarıyor. Rolezinho'lara katılan gençler ne ciddi anlamda eylemci, ne de tüketim toplumunu eleştirmek için harekete geçmiş durumdalar. İstekleri çok basit: Birazcık eğlenmek. Bu esnada orta ve üst sınıfın dehşete düşmüş bakışlarından ve üzerlerinde toplanan dikkatten hoşnutlar, tabii vitrindeki son moda spor ayakkabılara göz atmaktan da.
Peki, bizim alışveriş merkezlerimiz aslında ne kadar bize ait? 90'lı yılların sonundan itibaren ivmelenerek çoğalan AVM'ler, her semtte birkaç tane olmak üzere büyük şehirlerin omurgasına yerleşmiş durumda. Brezilya'daki alışveriş merkezlerinin çoğunlukla beyaz üst ve orta sınıfa ait halinden biraz farklı olarak, Türkiye'nin AVM'leri çoğunlukla her kesimden insanı bir araya getiren alanlar. Gerçekten alışveriş yapan kesim olmasalar da, şehirde başka sosyalleşme mekanı bulunmayan, gençlik merkezlerinden, parklardan ve ucuz sanat faaliyetlerinden yoksun olan gençler için en uygun gündelik aktivite AVM koridorlarını arşınlamak. Giriş ücreti ödenmeyen ve istenirse hiç para harcanmayabilen bu modern sefire yerleri, Türkiyeli gençler için de buluşma, tanışma ve kendini olabildiğince ifade etme mekanı. Ancak AVM'lerde sosyalleşmenin pek çok ön şartı var. İlk olarak başkalarını tedirgin etmeyecek bir görünüme sahip olmalısınız. Tedirgin olma eşiği semtten semte değiştiği gibi, elbette girişte üzerinizi arayan güvenlik görevlisinin paşa gönlüne de tabi olabiliyor.
Sonraki aşamada çantanızda, aslında AVM'nin içindeki mağazalardan da kolayca temin edebileceğiniz çakı ve bıçak gibi eşyaların bulunmaması gerek. İçeri girdikten sonra ise koridorlarda ve mağazalardaki güvenlik görevlileri tarafından izlenecek, aynı anda onlarca kameradan her hareketinizin kaydedilmesine razı olacaksınız. Bu çabanızın karşılığında AVM'ler de size bir şey vaat ediyor: Sonsuz bir güven duygusu. Zamanın yavaş aktığı, çizgisel değil dairesel rotalarla yürüdüğünüz, başı ve sonu olmayan bu alanlar, sokaktan ışınlandığımız bir paralel evren. Dışarıda kıyamet bile kopsa, vitrinlerde yeni sezonun giysileri duruyor olacak ve birileri bizim paramızın yetmediği ürünleri torba torba evine taşıyacak. Birkaç saatliğine de olsa "her şey yolundaymış gibi" davranabilir ve çoğu şeyin gerçekten de yolunda olduğu hayatlarla aynı evrende var olabiliriz.
Bununla beraber, git gide daha fazla alışveriş merkezi sokak formuna bürünüyor. Binaların üzeri açılıyor, en alt katlarına fıskiyeli havuzlar konuluyor ve koridorlarının iki yanı yeşil fidanlarla bezeniyor. Başımızı kaldırıp duvarların arasından gökyüzünü görebiliyor, yürüyen merdivenin yanındaki plastik ağaçla yeşillik görme arzumuzu dizginleyebiliyor ve bir kafeye oturup adeta sokaktaymışçasına önümüzden geçenleri izleyebiliyoruz. Restoranlar sanki sıcak bir yaz akşamında dışarıdaymışızcasına koridorlara masa attığında, bir iç mekan içinde yalancıktan da olsa dış mekanda varolduğumuz hissine kapılıveriyoruz.
İstanbul’a yapılacak olan Viaport Venezia projesinin tanıtımında şu cümle mevcut: “VENEDİK konseptli 200 mağazalı alışveriş merkezinde bulanan kapalı bölümde 9 metre yüksekliğindeki tavanlarda özel bir teknolojiyle oluşturulacak yapay gökyüzü sayesinde kapalı alanda gezerken, açık havadaymışsınız izlenimini yaşayacaksınız.” Gerçekten açık havada gezmektense, açık hava izlenimini yaşamak pazarlanıyor. AVM'ler her yerde kameralarla izlendiğiniz, köpeğinizi getiremeyeceğiniz, yere örtü serip piknik yapamayacağınız, çocuğunuzla top oynayamayacağınız bir yalan-sokak. Üstelik yavaş yavaş gerçek sokakların yerine geçiyorlar ve dışarı adım attığınızda bir şişe su almak, bir keyif kahvesi içmek için en yakın AVM’ye girmekten başka şansınız kalmayabiliyor.
Cevahir AVM'de sekiz yılda ikisi kaza, üçü intihar olmak üzere beş ölüm gerçekleşti. Ölenlerin arasından bir kadının, yemek bölümünden kola almasıyla kendini beşinci katta bırakmasının arasında yalnızca birkaç dakika vardı. Gidecek başka yer bulamayıp tatil günlerinde bir AVM’ye sığınanların burada can vermesi pek de tesadüf değil. Güvenli sandığımız izole saraylarımız, elimizdeki çantaları yere bırakıp cep telefonumuzla intihar eden insanların cansız bedenlerinin fotoğraflarını çektiğimiz tımarhanelere dönüştü.
Şehirdeki son park bir alışveriş merkezine çevrilmek istenince anladık: AVM'ler zaten hiç bizim olmamıştı. Asıl sokakların çirkin bir replikasıydı hepsi. Sokaklardaki masalar toplatılıyor, alışveriş merkezlerine yeni masalar konuyordu. Yürümemiz gerekiyorsa çantamızın içinde ne olduğunu dahi görebildikleri yerlerde yürümemiz daha uygun olurdu. Kaçacak ufak ara sokakların olmadığı, oturup yerlere yayılamayacağımız, sadece aynı suni ışıklı koridorları defalarla turlayacağımız kapalı yerlerdi bize layık görülen.
Çarkının içinde dönen hamsterlar gibi, saatlerce yürüyüp bir yere varamadığımız koridorlar ve fıskiyeli havuzun çevresine serpiştirilmiş birkaç banktan ibaretti gezintilerimiz. Yemeklerin dev bir uğultu içinde yendiği, bizimle birlikte vitrinleri seyreden binlerce insan ile kapalı kaldığımız devasa beton kutular. Artık çimenlerde uzanıp güneşin altında kitap okumaya ne gerek var? Nasılsa yapay gökyüzüne bakabiliyor ve birbirinin aynısı mağazalardan binlerce kişiyle aynı kıyafetleri alabiliyoruz. Canımız doğa çekerse plastik kokusunu içimize çekeceğimiz yapay bitkiler ve ayaklarımızı sokmanın yasak olduğu fıskiyeli süs havuzlarımız var. Bir AVM’de deneyimlediğimiz her şey, gerçeğinin ucuz bir kopyası ve biz kopya hayatlar yaşamaya alışıyoruz.
Brezilyalı antropolog Alexandre Barbosa Pereira, bir röportajında şöyle diyor: “Rolezinho’lar alışveriş merkezlerini ya da tüketimi protesto etmez, aksine ‘Biz de bu tüketim dünyasında ve tüketimin tapınağında yer almak istiyoruz’ söylemini onaylar.” Bitirirken kendimize sormamız gereken, tüm bunların içinde birey olarak nerede duracağımız ve içine düştüğümüz bu döngü içerisinde değişimi nereden başlatacağımız. Zira AVM’ler bizden bağımsız olarak değil, bizim sayemizde ayakta kalmaya ve çoğalmaya devam ediyor.